Ahlat Ağacı Hakkında Lakırdılar ya da Kayboluş Üzerine Güzelleme (3)


DÜŞÜŞ

“Bu kadar yüksekten ancak düşerek inilir.”
Barış Bıçakçı
Sinan’ın ikinci sefer yuvaya dönüş ile karşılaşırız: Askerden dönüş.
Sinan tıpkı ilk seferde olduğu gibi yine odasına girer ve yuvasını tanıma/anımsama denemesine girişir. Bu noktada tıpkı ilk sefer karşılaştığı gibi odası/yuvası Sinan’dan neredeyse arındırılmıştır. Ütü masası çamaşır sepeti vs. annenin egemenliğini hissettirir bizlere. İdris emekli olmuştur ve ikramiyesini almıştır. Buzdolabı, cep telefonu, bilgisayar vs. eşyalar yenilenmiştir. Evin içerisinde yüzler gülüyordur. Geçelim.
Duvar dibinde yer yer küflenmiş, üst üste istiflenmiş paketler ile farklı bir sahneye geçiş yaparız. Sinan’ın kitaplarıdır bunlar. Kitapların ayakaltında kalmaması için kalorifer kazanın yanına taşıdıklarını, orada pencereden su aldığını soğukkanlı bir şekilde anlatır Asuman. Sinan asıl meseleye gelir, “Kitabı okudunuz mu?” sorusuna. Ne anne okumuştur ne de kız kardeş. Bu durum da gayet olağan bir şekilde açıklanır. Fakat aklımıza hemen Sinan’ın kitabı bastırdıktan sonra Asuman ile yaptığı anne-oğul konuşması gelir. Asuman’ın ağlaması, Sinan’a övgü dolu sözler söylemesi vs. O noktadan bu hissizliğe nasıl gelmiştir Asuman, nasıl bu kadar kayıtsız olmuştur? Sinan’ın bu hissizlikle karşılaşması ilk sefer yuvaya döndüğünde karşılaştığı yabancılık hissinin daha somut örneğidir.
İdris ise emekliliğinin ardından köyde, mahzende yaşamaya başlamıştır. İlk bölümde bahsettiğimiz yuvaya dönüşü tamamlamayı başarmıştır bir bakıma. Sinan, anne ve kız kardeşinin kitabına olan hissizliğinin ardından gittiği kitabevinde de hiç satılmadığını öğrenince sanatsal kaygıları ve bir bakıma Nietzche’den ilhamla yorumlar dünyasında ısrarcı mı olacaktır? Üstinsan’lığa doğru yol alırken bu darbeler onu yıldıracak mıdır?  Yazık ki evet.
Filmin en başından beri yer yer rüya ile gerçek arasında gidip gelen akışında önemli bir sahneye de Sinan’ın yavaş yavaş gerçekleşen düşüşü esnasında karşılaşırız. Sinan’ın rüyası olarak tahmin ettiğimiz köpeğin hızla koşup denize atladığı sahne Sinan’ın suyun kenarında belirmesiyle kesilir. Bir önceki yazıda diyet ödeme ve bir tür babayı cezalandırma için satıldığını öne sürdüğümüz köpeğin şimdi suya atlayıp ortadan kaybolması Sinan’ın vicdani reddi midir ya da suçluluktan arınması mı? Nitekim bu bir arınma gibidir, çünkü Sinan en baştan beri karşı koyduğu, bir türlü kurtulamadığı Çanakkale-Çan-Köy kuyusuna boyun eğmeyi kabul etmiştir artık. Böylece Sinan çarpık bir Raskolnikov karakterini anımsatır bize. İşlediği suça karşın ideallerinin arkasına sığınan, bir bakıma üstinsanlığa doğru adım atma uğraşında olup en sonunda karşı çıktığı yasaya boyun eğen bir Raskolnikov’dur Sinan. İdris’in açtığı kuyuya boyun eğmiştir artık. Geçelim.

İdris yuvasına dönmüştür artık ama bir şeyi itiraf etmekten de kaçınmaz. Sinan’la yaptığı konuşmada, kuyudan su çıkaramadığını ve bir bakıma başarısız olduğunu kabullenir. Fakat her ne olursa olsun yuvasında olmasının haklı gururunu ve huzurunu yaşıyordur. İdris’in doğaya ait olma isteğinin ve doğanın içindeyken huzurlu yaşantısını özetleyen bir ayrıntı da birkaç defa karşımıza çıkan karınca metaforudur. Sinan’ın onu ağacın altında uyuyorken bulduğu sahnede karıncalar sarmıştır etrafını. Ayrıca çocukken İdris’i karıncaların sardığından bahsedilir bir başka sahnede; son olarak filmin sonuna doğru karıncaların sardığı bir bebekle karşılaşırız. Tam burada, ara ara kurcaladığım Mitoloji Sözlüğü’nde rastladığım Aiakos karakterini anımsadım. Aiakos’a dair yazılanlardan kısaca şu bölümü almak istiyorum:
“Bütün Yunanların en dindarı. Zeus ile Asopos Nehri’nin kızı Aigina’nın oğlu. Oinone Adası’nda doğdu. Bu ada, daha sonra onun annesinin adını alarak, Aigina Adası oldu. O zamanlar ada ıssızdı. Aiakos arkadaşları olmasını, üzerinde hüküm süreceği bir halk istediğinden, Zeus’tan, adada bulunan çok sayıdaki karıncayı insana dönüştürmesini diledi. Zeus bunu kabul etti ve böylece oluşan halka Aiakos, Myrmidonlar (karınca anlamına gelir) adını verdi.”[1]
Bu kısa anlatıda karıncalar bir dönüşüm sonucu insanlaşmıştır. Buna ek olarak Ahmet Uluçay’ın Epileptic (1998) adlı kısa filminde de tıpkı İdris’in kolunda gezinen karıncalar gibi, bir adamın kolunda gezinen karıncalara rastlarız. Bu kısa filmde de karınca bir dönüşümü simgeler niteliktedir.
Bu iki örneğin zihnimi tırmalamasından sonra İdris nazarında -kendimce- bir çözüme varabiliyorum. İdris’in doğaya karışma isteği ve doğadayken yuvasında hissetmesinin başat faktör olmasını biraz daha net çizgilerle anlamlandırıyorum. O vakit diyebilirim ki İdris’in doğaya karışma isteğinin temel nedeni zaten doğadan ibaret olması. O, ancak doğadayken yaşadığını hisseder, kamusal alan sadece zoraki ayak uydurduğu bir alandır, daha doğrusu zoraki bir şekilde dönüştüğü bir alandır, başka bir şey değil. Geçelim.
Annesi ve kardeşinin aksine babasının kitabını okuduğunu öğrenen Sinan’ın ikinci sefer yuvaya dönüşü ile beraber gerçekleşmeye başlayan düşüşü tamamen hız kazanmıştır. Raskolnikovvari kabullenişi gitgide sert bir düşüşe dönüşmüştür. Kuyuya artık boyun eğmiştir, Filmin başından itibaren gerçek-düş arasında gidip gelen olaylar filmin sonuyla beraber bir sanrıya dönüşmüştür artık. Sinan o kuyudan ne ölü ne sağ, artık çıkamayacaktır.
Furkan Pişgin



[1]Pierre Grimal, Mitoloji Sözlüğü, Yunan ve Roma,İstanbul, Kabalcı Yayınevi, Mart 2012, s.16


Yazının birinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz.

Yazının ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz.

Previous
Next Post »